Ahmaklar bilgisizliklerinden Mecnun’a dediler ki: Leyla pek o kadar ahım şahım bir şey değil. Şehrimizde ondan daha güzel ay gibi yüz binlerce kız var.
Mecnun dedi ki: Suret testidir, güzellik şarap, Tanrı bana onun suretinden şarap içirmede. Halbuki onun testisinden size sirke verdi de onun için onun sevgisi, sizin kulağınızı tutup çekmede.
Tanrı, bir testiden hem zehir verir, hem bal. Onu bana veren de ulu Tanrıdır, bunu, şuna veren de. Testiyi görüyorsun ama o şarap, doğru olmayan göze görünmez. Can zevki, ehlinden başkasına bakmaz, hısmından başkasına nişane vermez. O şarap, ehlinden başkasını görmez. Şu zarf hicapları ise onu gizleyen çadırlara benzer.
O deniz bir çadırdır ki onun içinde kaz yaşar. Fakat kuzgunlar ölürler. Zehir, yılana gıdadır, azıktır. Ondan başkasına ise yılanın zehri, derttir ölümdür. Her minnetin sureti, bana cennettir, ona cehennem.
Şu halde gördüğünüz bütün cisimlerle bütün eşyada hem gıda vardır, hem zehir, fakat siz görmezsiniz. Her cisim, bir kaseye, bir testiye benzer. Onda hem gıda vardır, hem gönül yakıcı bir hassa. Kase meydandadır içindeki gıda gizli. O kaseden ne yediğini yalnızca yiyen bilir.
Yusuf’un sureti güzel bir kadehti. Babası o kadehten yüzlerce neşe şarabı içerdi. Fakat kardeşleri, ondan zehirli bir su içtiler de bu öfkeleri, kinleri arttı. Sonra yine Zeliha, şekerler yedi, aşktan bir başka çeşit afyon yuttu. O güzeli Yusuf’tan Yakup’un aldığı gıdadan başka türlü bir gıda aldı.
Çeşit, çeşit şerbetler, fakat tesiri bir. Bu suretle de gayb alemine ait hiçbir şüphem kalmaz ya. Şarap gayb alemindendir, testi bu cihandan. Testi meydandadır, içindeki şarap gizliden gizli. Namahremlerin gözlerinden pek gizli ama mahremlere meydanda, apaçık.
Tanrım gözlerim sarhoş bir hale geldi. Yüklerimiz sırtımızı ağırlaştırdı, büktü, sen bizi affet. Ey gizli Tanrı, o alemde de doldun, bu alemde de. Doğu nurunun da üstüne yüceldin, batı nurunun da. Sen, bir sırsın ki sırrımızı açığa vurur, bilirsin. Sen, bir fecirsin, kin nehirlerimizi kaynatır akıtırsın.
Ey zatı gizli ihsanı duyulur Tanrı, sen su gibisin, bir değirmen taşına benzeriz. Sen yel gibisin, bir toz gibi. Yeli gizlersin de tozu meydandadır. Sen bir baharsın, biz bağ gibi yemyeşil, hoş bir haldeyiz. O gizlidir ihsanı aşikar.
Sen can gibisin, biz ele, ayağa benzeriz. Elin tutup koy vermesi, can vasıtası iledir. Sen akıl gibisin, biz şu dile benzeriz. Bu dil, şu anlatışı akıldan alır, akıldan beller. Sen sevinç gibisin, biz gülme gibi. Yani sevincin sonucu güler neşeleniriz.
Bizim hareketimiz, her an sana bir tanıklık vermede; ululuk ıssı Tanrıya bir tanıktır. Değirmen taşının ıstıraplarla dönüşü de, suyun varlığına tanıktır. Ey benim vehmimden, dedikodundan dışarı olan Tanrı, toprak benim de başıma, getirdiğim örneğin de başına.
Kul sabretmez, güzel güzel tasvirlerde bulunur. Her an sana, canım, ayaklarının altına yayılmış bir döşemedir. Hani o çoban gibi. O da Yarabbi, seni arayan çobana gel. Gel de gömleğindeki bitleri ayıklayayım, kırayım. Çarığını dikeyim eteğini öpeyim diyordu ya. Kimse aşk ve muhabbette ona eş olamazdı, fakat Tanrıyı tesbih etmeyi, ona söz söylemeyi bilmiyordu. Onun aşkı, gökyüzüne çadır kurmuştu. Köpeğe benzeyen can, o çobanın çadırı önünde bir köpek kesilmişti. Tanrı aşkının denizi coşunca onun gönlüne vurdu, senin kulağına değdi.
Sözü kuvvetli, cerbezesi yerinde bir vaaz eden vardı. Mimbere çıkmış vaaz ediyordu. Kadın, erkek, herkes mimberin dibine toplanmıştı.
Cuha’da bir çarşaf giyip yüzünü örttü, kadınlar arasına karıştı. Kimse onu tanımıyordu. Bir kadın, vaaz edene gizlice sordu: Kasıktaki kıllar namazın bozulmasına sebep olur mu? Vaiz dedi ki: Uzun olursa namaz mekruh olur. Ya hamam otu ile, ya ustura ile tıraş etmen lazım ki namaz tamam olsun, kabul edilsin.
Kadın: Ne kadar uzun olursa namazım kabul olmaz dedi. Vaiz eden dedi ki: Bir arpa boyu uzun olursa tıraş etmek farzdır.
Cuha, hemen kız kardeş dedi, bak bakalım benim kasığımın kılı o kadar olmuş mu? Tanrı rızası için elini uzat da bir yokla. Bakalım, mekruh olacak kadar uzamış mı? Yanındaki kadın, Cuha’nın şalvarına el atar atmaz eline aleti geldi. Derhal şiddetli bir nara attı. Hoca sözüm gönlüne tesir etti dedi.
Cuha dedi ki: Hayır, gönlüne tesir etmedi, eline tesir etti. A akıllı adam, gönlüne tesir etseydi vay haline.
O büyücülerin gönlüne birazcık tesir etti de onlarca sopa da bir oldu, el de. Padişahım, bir ihtiyarın sopasını alsan o sopa onun eli ayağı olduğu için pek incinir. Halbuki onlar, elleri, ayakları kesileceği halde “Bize bir zarar olmaz ki” diye nara attılar, naraları gökyüzüne vardı. Hadi, gel kes dediler, can, can çekişmeden kurtulur.
Biz bildik ki şu tenden ibaret değiliz. Beden olmaksızın da Tanrı ile yaşarız. Ne mutlu o kişiye ki kendi zatını tanıdı, ebedi emniyet sahasında bir köşk kurdu.
Çocuk ceviz ve kuru üzüm için ağlar. Halbuki büyük adama göre bu, hiçbir şey değildir. Gönle göre de beden, beden cevizle kuru üzümdür. Çocuk nereden büyüklerin bilgisine sahip olacak?
Kim, perde ardındaysa zaten çocuktur. Er ona derler ki kırılmaz. Bir adam sakalla, hayayla erkek olsaydı keçinin de sakalı var. O da adam olurdu. Halbuki keçi, kötü bir kılavuz olur, kendisine uyanları ancak kasaba çeker götürür. Sakalını tarar, ben ileri gelen biriyim demek ister. Doğru, ileri gelensin ama ölüme ve gama.
Kendine gel de sakaldan vaz geç, kendine bir yol tut, bu benliği bu teşvişi bırak. Bu suretle de aşıklar için gül suyu kesil, gül bahçesine kılavuz ol, öne düş. Gül kokusu nedir? akıl nefesi, ebediyet ülkesinin güzel kılavuzu.
Bayezid zamanında bir kafir vardı. Ona kutlu bir Müslüman dedi ki: Ne olur Müslüman olsan da yüzlerce kurtuluşa erişsen, ululuklar bulsan.
Kafir dedi ki: Eğer Müslümanlık, alemin şeyhi Bayezid’in Müslümanlığı ise, ben ona takat getiremem. O, benim çalışmalarımdan çok üstün. Dine imana inanmıyorum ama onun imanına adamakıllı iman etmişim. İmanım var ki o, herkesten yüce, pek latif, pek nurlu. Ağzım adamakıllı mühürlü, iman edemem ama gizliden gizliye onun imanına müminim. Yok eğer sizin imanınız, imansa ona ne meylim var ne iştahım. İmana yüzlerce meyli olan sizi gördü mü soğur, kesilir.
Çünkü sizin imanınızdan adam, yalnız bir ad görür, manası yoktur. Nasıl olur da çöle kurtuluş yeri denir? Sizin imanınıza bakan kişinin imana olan sevgisi soğur gider.
Bir müezzin vardı, sesi pek çirkindi. Kafir ülkesinde ezan okurdu. Ezan okuma, savaş çıkar, düşmanlık uzar dedilerse de, inat etti, pervasızca o kafir ülkesinde ezan okumaya koyuldu.
Halk umumi bir kargaşalıktan korkarken bir de baktılar, elinde bir elbise, kafirin biri çıkageldi. Dostlar gibi eline mum ve helva almış, öyle bir latif elbiseyi hediye getiriyordu.
Söyleyin o müezzin nerede? Onun selası ve ezanı bana rahatlık verdi diye sormadaydı.
Yahu dediler. Nasıl olur? Hiç o bet ses, insana rahatlık verir mi? Kafir dedi ki: Sesi kiliseye gelince, benim pek güzel, pek yüce bir kızım var, çoktandır Müslüman olmak isterdi. Bu sevda, kafasından bir türlü çıkmıyordu. Bunca kafir ona öğüt verdi. Fakat gönlünde iman sevgisi, öyle bir yerleşmişti ki. Bu dert, adeta bir buhurdanlıktı, ben de öd ağacı. Anbean imana yöneldikçe ben, dert, azap ve işkence içindeydim. Bu hususta elimde hiçbir çare yoktu; nihayet müezzin ezan verince, kızım bu çirkin ses nedir? kulağıma geldi de beni berbat etti. Bütün ömrümde bu kilisede, şu manastırda bu derece çirkin bir ses duymadım dedi.
Kız kardeşi, bu ezandır, Müslümanlar okur, Müslümanları ibadete çağırırlar dedi. İnanmadı başkasına sordu, o da evet deyince, inandı, yüzü sapsarı kesildi, Müslümanlık hevesi kalmadı. Ben teşvişten azaptan kurtuldum, dün gece korkusuz rahat bir uyku uyudum.
Onun sesinden dolayı rahatlaştım. Onun için de ona hediye getirdim; nerede o adam?
Müezzini görünce de hediyeyi kabul et dedi, beni dertten kurtardın , elimi tuttun. Bana öyle bir ihsanda bulundun ki senin azat kabul etmez bir kulun oldum.
Malda, mülkte, zenginlikte tek bir kişi olsaydım ağzını altınla doldururdum. İşte sizin imanınızda bunun gibi bir riya, geçici bir şey. O ezan gibi yol kesici.
Fakat Beyazıd’ın imanına, onun doğruluğuna karşı gönlümde nice hasret var. Hani şu kadın gibi. Eşeğin çiftleşmesini gördü de dedi ki: Amanın şu tek erkeğe bakın. Çiftleşme buysa bizim kocalarımız, bizimle çiftleşmiyorlar, içimize aptes bozuyorlar.
Bayezid, imanın bütün şartlarına haiz... Aferinler olsun bunun gibi tek aslana. Onun imanının bir katrası denize gitse deniz, o katrada gark olur. Nitekim zerrecik ateş, ormanlara düşse o zerre bütün ormanları yakar, yok eder.
Padişahın, yahut ordunun gönlündeki hayal gibi. O hayal de hayaldir ama savaşta düşmanları mahveder. Muhammed’in yüzünde bir yıldızdır parladı, kafirlerin, çıfıtların gevherleri yok oldu. İmana erişen aman buldu, imana gelmeyenlerin şüphesi iki kat oldu. Önce gelenlerin halis küfrü kalmadı da yerini ya Müslümanlık tuttu, ya korku...
Bu da hileyle suyu yağa karıştırmaktır. Bu örnekler, nurun zerresine eşit olamaz. Zerre, bir cisimden ayrılmış, küçücük bir parçadan başka bir şey değildir. zerre,, taksim kabul etmeyen güneş olamaz ki, zerre demekte bil ki gizli bir muradım var. Sen, denize mahrem değilsin, ancak köpüksün şimdi.
Şeyhin parlak iman güneşi, şeyhin can doğusundan yüz gösterse. Bütün aşağılık alemi ta yerin dibine kadar hazine kesilir, bütün yücelikler alemi, yemyeşil cennete döner. Onun aydın nurdan canı var. Hor hakir topraktan bir bedeni. Şaştım kaldım, acaba o, bu mu, yoksa o mu? Söyle bu işte müşküle düştüm.
Kardeş eğer o, bu ise o nedir ki yedi kat gök onun nuru ile dolmuş. Yok... o, bu değilse dostum, şubeden nedir öyleyse? ACABA BU İKİSİNDEN HANGİSİ KİM?
Bir adamın bir karısı vardı. Pek hilebaz, pek kötü huylu ve yol kesici bir kadındı. Adam, eve ne getirse harcar, telef ederdi. Adam da sesini çıkarmazdı. Bir gün adam konuğunu ağırlamak için yüzlerce sıkıntıyla biraz et aldı, eve getirdi.
Kadın onu kebap edip şarapla sildi süpürdü. Adam gelince de düzensiz sözlerle hileye başladı. Adam dedi ki: Konuk geldi, et nerede? Konuğa yemek çıkarmak lazım. Kadın eti şu kedi yedi, hadi git et al yine dedi. Adam Aybek dedi, teraziyi getir, şu kediyi bir tartayım. Terazi geldi, kediyi tarttı, yarım batman geldi. Bunun üzerine a hilebaz kadın dedi, et yarım batmandı, yarım okka kadar da fazlalığı olacak. Kedi de yarım batman geldi. Eğer bu kediyse söyle, et nerede? Yok, bu etse hadi var, bucak bucak kediyi ara.
Bayezid de buysa o ruh nedir? o, o ruhsa şu suret kim? Dostum hayretler içinde hayrete düştüm. Bu ne senin işin,ne benim işim. Her ikisi de odur. Fakat mahsulüm aslı tanedir, o saman çöpü feridir. Tanrı hikmeti, bu zıtları birbiriyle kaynaştırdı. Ey kasap, şu oyluk eti, gerdanla beraber işte. Ruh bedensiz bir iş yapamaz. Kalıbında ruhsuz soğur donar. Kalıbın meydandadır da canın gizli. Alemin sebepleri de şu ikisinden düzelmiştir.
Toprağı bir adamın başına atarsan baş yarmaz. Suyu birinin başına atsan yine baş yarılmaz.
Baş yarmak istiyorsan suyla toprağı birbirine katıp kerpiç yapman gerek. Baş yardın mı o kerpiçin suyu, aslına gider, ayrılış gününde toprak da toprağa kavuşur.
Tanrının suyla toprağı birleştirmesindeki hikmeti, niyazla inattan hasıl olur. Ondan sonra daha başka birleşmeler meydana gelir ki onları ne kulak duymuştur, ne göz görmüştür. Kulak duysaydı kulak olarak kalır, yahut artık başka sözleri duyabilir miydi?
Kar ve buz, güneşi görseydi buzluktan ümidini keser giderdi. Damarlarına iliklerine kadar su kesilirdi de hava Davut’u, ondan zırh yapardı. Her ağacın canına derman olurdu. Her ağaç, onun kudumiyle devlet olurdu. Halbuki o donmuş buz, öylece kalakaldı da ağaçlara bana dokunmayın demeye başladı.
O buz gibi donup kalan adamın cismi de ne bir şeyle uyuşup birleşir, ne de bir şey, onunla uzlaşır. O, ancak kendi nefsinin hırsı peşindedir. O da faydasız değildir, yeşillik padişahı da değil. Eyaz , senin yıldızın, pek yücedir. Her burç, ona durak olamaz. Himmetin öyle her vefayı beğenir, saflığın öyle her saflığa seçip kabul eder mi hiç?