Kardeş, eskiden bir şehirliye köylünün tanışıklığı vardı. Köylü şehre geldikçe şehirlinin mahallesine çadır kurar, evine kurulup otururdu. İki ay, üç ay ona konuk olur, dükkanına geçer oturur, sofrasına çökerdi. Şehirli köylünün ne ihtiyacı varsa bedavaya yerine getirir, düzer koşardı.
Köylü bir gün yüzünü şehirliye döndü de dedi ki: “A efendimi sen hiç köye gelmez, hiç seyre seyrana çıkmaz mısın? Allah aşkına olsun bütün oğullarını getir. Şimdi tam gül mevsimi, ilkbahar. Yahut da yazın meyve zamanı gel de hizmetine kemer kuşanayım. Soyunu, sopunu, çoluk çocuğunu akrabalarını getir, köyümüzde üç, dört ay kal.
Bahar çağında köy pek hoş olur, çayırlık, çimenlik, gönle ferah veren gönül çeken lalelik kesilir” şehirli başından savmak için ona vaatte bulundu, vaadinin üstünden de sekiz yıl geçti. Köylü, her yıl “ Ne vakit geleceksin. Kış gelip çattı” der. O da “ Bu yıl filan yerden konuk geldi. müsaade edin de gelecek yıl, işten güçten kurtulursam gelirim” der.
Köylü “ ailem, ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu bekleyip duruyor” diye karşılık verirdi. Her yıl leylek gelince köylü de gelir, şehirlinin evine konardı. Şehirli, her yıl altınından, malından köylüye harc eder, onun üstüne kanat gererdi. Nihayet son defa o yiğit köylü, tam üç ay şehirliye misafir oldu.
O da ona sabah akşam sofra yaydı, yedirdi, içirdi. Köylü, utanıp yine “ Efendim, kaç keredir vaat ettin, beni kaç kere beni kaç keredir aldattın bu niceyedir” dedi. Şehirli dedi ki: “ Canım da, bedenim de buluşmayı isteyip duruyor ama her hareket, onun takdiriyle. İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgarı estiren bakalım onu ne yana sürecek?”
Köylü, yine şehirliye antlar vererek “ Ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu al, gel de ikramı gör” deyip elini tuttu. Üç kere ant verdi “ Allah için olsun gayret et, tez gel” dedi. Bunun üstüne on yıl geçti. Her yıl böyle laflar eder, tatlı, tatlı vaatlerde bulunurdu. Şehirlinin çocukları “Baba ay ad sefer eder, bulut da gölge de.
Köylü bunca hakkın geçti. onun için nice zahmetler çektin. O da sen ona konuk olasın da hiç olmazsa bu hakların bir kısmını olsun ödemek ister. Bize, onu kandırın, köye getirin diye gizlice bir çok ricalarda bulundu” dediler. Şehirli dedi ki: “yavrucuğum, doğru ama iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın demişler.
Dostluk, son demdedir. Korkarım ki bir şey olur da tohum bozulur”sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir. İhtiyat ve tedbir ona derler ki kötü zannı gideresin. Kaçıp kötülüklerden kurtulasın.
Peygamber “ Tedbir sui zandır” dedi. A boşboğaz, her adımın bir tuzak bil. Sahranın yüzü dümdüz ve geniştir ama her adımda bir tuzak var, küstahça koşmayı bırak. Dağ keçisi nerede tuzak?” diye koşar. Fakat yürüdü mü tuzağa koşar, boğazından yakalanır. Nerede tuzak diyordun ya, işet buracıkta, bak da gör. Ovayı gördün ama tuzağı görmedin.
A şaşkın, çayırlıkta tuzak, pusu ve avcı olmadıkça kuyruk mu olur? Bu yere küstahça gelenlerin kemiklerini, kellerini gör! Ey seçilmiş kişi, mezarlığı var da onların kemiklerine başlarından geçenleri sor! O kör sarhoşlara bak da aldanış kuyusuna baş aşağı nasıl düştüler, açıkça gör!
Gözün varsa körcesine gelme, gözün yoksa eline sopa al. Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa bir gözlüyü kılavuz edin. Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa kılavuzsuz her yolun başında durma. Körün adım atması gibi ihtiyatla adım at da ayağın kuyudan da kurtulsun, köpekten de. Kör bir kazaya uğramayayım diye titreye, titreye korkar ve ihtiyatlı adım atar. Ey dumandan kaçıp ateşe düşen lokma olan.
Köylü, yaltaklandıkça, yaltaklandı. Nihayet şehirlinin reyi, tedbiri elden gitti, şaşırdı, ahmaklaştı. Köylünün haber üstüne haber salması, nihayet şehirlinin duru suyunu bulandırdı. Bir taraftan da çocukları neşeyle “ Baba, gezer oynarız, ne olur?” demeye başladılar. Yusuf gibi. Onu da “ Gezer oynarız” sözü tuhaf bir takdir neticesi babasın gölgesinden ayırdı. O oyun değil, canlı oynayış hile , düzen, hainlik. Seni dostundan ayıran özü dinleme.
O sözde ziyan vardır, ziyan1 hatta o sözde sad edenler sad vefkının faydası bile olsa aldırış etme altın için hazineyi bırakma yoksul’! şunu dinle, Tanrı peygamberin eshabına iyi kötü nice şeyler söyleyip kaç kere itabetti. Çünkü kıtlık yılında davul sesini duyunca Cuma namazını hemencecik bırakıverdiler.
Başkaları daha ucuza almasınlar, o alışverişle bizim karımızı onlar elde etmesinler dediler. Peygamber, namazda kendini tamamıyla niyaza vermiş iki üç yoksulla kalakaldı. Tanrı: “ Davul sesi, abes işler ve alışveriş, Tanrı Rasülünden sizi nasıl ayırdı?
Şaşkın bir halde buğdaya doğru dağılıverdiniz de Peygamberi atakta yalnız bıraktınız. Buğday için olmayacak tohumlar ektiniz, o Hak Resulünü terk ettiniz. Onun sohbeti oyundan da hayırlıdır, maldan da. Hele bir gör, kimi bıraktın, gözünü ov da bak! Hırsınızın yüzünden şunu yakinen bilmediniz mi ki rızık verici benim, rızık veren Tanrı, senin ona dayanmanı nasıl olur ad zayi eder? Buğday için gökyüzünden buğday gönderenlerden ayrıldın ha!
Şehirli, işe koyuldu, hazırlığını tamamladı, azim kuşu köye doğru koşmaya, uçmaya başladı. Ehli, çoluğu, çocuğu da yol hazırlığını görüp eşyalarını azim öküzüne yüklediler. Neşeli bir halde koşa, koşa yola düştüler. “Köyden istifadeler edeceğiz, bize köyden müjde ver, müjde!” diye, diye köye doğru yöneldiler.
“ Gittiğimiz yer güzel bir çayırlık, çimenlik. Orada da sevdiğimiz kerem sahibi bir dostumuz var. Bizi binlerce istekle çağırdı. Bizim için ihsan ağacını dikti. Uzun kışın azığını köyden tedarik edip şehre getiririz gayri. Hatta dostumuz, bağını bile,bize bağışlar. Bize canında yer verir.
Yoldaşlar, çabuk olun da istifadeler edelim” diyorlardı. Fakat akıl içerden içeri “ Öğünmeyin!” Tanrı faydasıyla faydalanın, şüphe yok, rabbim, sevinen, öğünen kişileri sevmez. Tanrının size ihsan ediverdiği şeylere sevinin, neşelenin. Sizi işgal eden şey, sizi Hak’tan alıkor aldatır.
Gamdan neşelenen, ondan başka bir şeyden neşelenme, sevinme. Dert ve gam bahardır, başka şeyler kış! Ondan başka her şey, seni yavaş, yavaş helake doğru götüren düşüncelerindir. İsterse sana taç, taht, mal, mülk olsun! Gamdan sevin gam vuslat tuzağıdır.
Bu yolda aşağıya düşüş, hakikatte yükseliştir. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişine maden, fakat bu söz, çocuklara nereden tesir edecek? Çocuklar, oyun adını duydular mı hepsi de yaban eşeğiyle yarışa girişirler. Ey yaban eşekleri, bu yanda tuzaklar var. Bu yandaki tuzaklarda kan içiciler var.
Oklar uçuşup durmakta yay, gayb aleminde gizli, gençlere yüzlerce ihtiyarlık okları erişmekte. Gönül ovasına adım atmak gerek, çünkü bu ovada ferahlık, genişlik, neşe olamaz. Dostlar, gönül eminliktir, huzur yeridir. Orada kaynaklar gül bahçeleri içinde gül bahçeleri var.
Yolcu, kalbe yürü orada seyret, orada gez dolaş. Ağaçlar var orada, akan sular var orada. Köye gitme. Köy, adamı ahmak bir hale sokar. Aklı, nursuz, fersiz bir hale getirir. Ey seçilmiş temiz adam, peygamberin sözünü dinle, köyde yurt tutmak, aklın mezarıdır. Köyde sabah, akşam bir gün kalan kişinin aklı, bir ay yerine gelemez.
Tam bir ay onun ahmaklığı gitmez. Köy otlarından da bundan başka ne biçilebilir ki? Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır. Köy nedir? Hakikate ulaşmamış, elini taklit ve huccete atmış şeyh! Aklı kül şehrine karşı bu duygular, gözleri bağlı değirmen eşeklerine benzer.
Bunu geç de hikayeye giriş, inciyi bırak. Buğday tanesini ele al. İnciye yol yoksa hemencecik buğdayı al. O tarafa yol yoksa bu tarafa at sür. Zahir,nihayet insanı batına götürür. Her insanın evveli suretten başka nedir ki* ondan sonra lezzet gelir ki lezzet meyvenin manasıdır. Önce çadır kurarlar da sonra türkü konuk çağırırlar.
Bil ki suretin çadırıdır, manan Türk. Manan bil ki kaptandır, suretin gemi! Allah için şunu bir nefes olsun bırak da şehirlinin eşeği çanını çalsın!
Şehirli ve çoluğu, çocuğu hazırlıklarını tamamladılar, eşyalarını katırlara yükleyip köye doğru yollandılar. Hayvanlarını neşeli ,neşeli sürmekte, “Sefer edin de ganimet bulun” demekteydiler. Ay, sefer ede ,ede Keyhusrev olur. Tolunay hâline gelir. Sefer etmeksizin nasıl padişah kesilir ki?
Beydak, seferle satrancın en üst hanesi olan ferzin hanesine gelir, ferzin olur. Yusuf, seferden faydalanır, yüzlerce muradına erişir. Onların da gündüzün yüzlerini güneş yakıyor, geceleyin yıldızla yol buluyorlar. Kötü yol, onlara güzelleşiyor, köyün neşesiyle cennet gibi görünüyor, bu suretle gidip duruyorlardı.
Acı, tatlı dudakların tesiriyle tatlılaşır, diken, gül bahçesi dolayısıyla gönül çeker bir hale gelir. Ebu cehil karpuzu, sevgili yüzünden hurma kesilir, ev, evdeki dost yüzünden ova olur. Gül yanaklı, ay yüzlü sevgilisi yüzünden niceler sırtı yaralı hamal olmuştur. Gece gelsin de ay ( yüzlü sevgilinin) yüzünü öpsün diye demirci, yüzünü simsiyah etmiştir.
Esnaf, gönlüne bir serviyi diktiğinden akşama kadar dükkanda çarmıha çakılmış gibi bekler durur. Tacir, deniz demez, kara demez yürür durur ama evinde oturan bir sevgilinin aşkıyla koşup yeler. Kimin bir ölüye, bir taşa, toprağa sevdası varsa bir diri yüzlünün sevdasıyla sevdalanmıştır.
Dülger, tahtaya yüz tutmuştur ama ay yüzlü güzeline hizmet etmek ümidiyle, sen de bir dirinin ümidiyle çalış, çabala ki o, bir gün sonra cansız bir hale geliversin. Aşağılık yüzünden bir saman çöpünü kendine munis olarak seçme. Onun munisliği ariyettir. Ananla, babanla munistin tanrıdan başka munislerin sana vefakarsa hani o ünsiyet?
Haktan gayrı birisiyle dostluk, yerindeyse dadınla, lalanla ünsiyetin ne oldu? Sütle, memeyle olan ünsiyetin kalmadı. Mektepten nefret ederdin o nefret de geldi geçti. O ünsiyet, onların duvarına varan güneş ziyasından ibarettir. O akis güneşe gitti. Yiğidim, o ışık nereye düşerse sen ona aşık oluyorsun.
Her vara taalluk eden aşkın, tanrı vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zahiri güzelliğinden değil. O şeyin altın yaldızı aslına gitti de bakırı kaldı mı insanın tabiatı doyar, onu boşlayıverir. Onun yaldızlı, zahiri sıfatlarından ayağını çek. Bilgisizlikle kalpa pek hoş deme.
Kalplardaki o hoşluk, o güzellik eğretidir. O, süsün, püsün altında süssüzlük vardır. Kalpın üstündeki altın, madenine gider. Sen de onun gittiği madene git. Duvardaki ışık güneşe varır. Sen de sana layık olan o güneşe git. Ondan sonrada madem ki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste.
Kurdun tuzağı, kuyruk madeni değildir. O koca kurt, kuyruk madenini nereden tanıyıp bilecek? O aldanmış kişilerde altını çıkınlamış sandılar da köye doğru koştular.
Gülerek oynayarak o dolaba doğru çark ura, ura yürüdüler. Köye doğru uçan bir kuş görseler sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlar, köyden bir adam geliyor görseler yüzünü, gözünü öpüyorlar, “ Sen bizim dostumuzun yüzünü gördün. Sen bizin canımızın canısın, bizim gözümüzsün sen” diyorlardı.
Tıpkı Mecnun gibi. O da bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi. Etrafında eğilip bükülerek onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona saf şeker şerbeti veriyordu. Bir herzevekil dedi: “ a ham mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik.
Köpeğin ağzı daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler” köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Zaten ayıp gören gayp aleminin kokusunu bile alamaz. Mecnun dedi ki. “ Sen baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!
Bu köpek, bence tanrı’nın bir çözülmez tılsımıdır. Bu köpek, Leyla’nın mahallesinin bekçisi.
Himmetine bak, gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki neresini seçmiş neresini yurt edinmiş? O benim mağaramın yüzü kutlu köpeği, hatta o benim dert daşım, gam daşım. Onun mahallesinde yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile ulu aslanlardan yeğdir. Ey köpeklerine aslanların köle olduğu sevgili. Anlatmaya imkan yok ki, sus vesselam!..”
Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içersinde gül bahçesidir. Suretini kırdın yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir. Artık her sureti kırar, haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın. O saf şehirli de surette zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli, neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu. Kuş o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar. Şehirlinin de sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum. Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı. Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar
Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı. Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur. Kabe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillece düşer. Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de! Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.
Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine bulabilir. Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “ Er rahman, Allemel Kuran- rahman, ona Kuranı öğretti” sırrına ersin. Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Tanrı kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe vasıta halk etmiştir. Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste yürü. Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyetler, zahmetler çektiler. Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hatta.
Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir halde o köye vardılar. Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya, gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu. Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha iyi.
Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür. Bekçi, gibi orada yurt tutar, otururlar. Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma, yahut da madem ki baktın, hoşlanıp gülme. O çeşit habis ve asi suratlar hakkında Tanrı, “ Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.
Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular. Köylünün evindekiler kapıyı kapadılar. Şehirli, bu aykırı hareketten deli gibi oldu. Fakat zaten sertlik gösterilecek zaman değildi. Kuyuya düştükten sonra sertliğin ne faydası var?
Tam beş gün, geceleri soğuktan üşüyerek, gündüzleri sıcaktan yanıp yakılarak kapısının önünde kaldılar. Orada kalışları ne gafilliklerindendi, ne eşekliklerinden. Zaruretten, açlık ve susuzluk yüzündendi. İyiler, zaruret yüzünden kötülerle bağdaşırlar, adam zaruret yüzünden ölü eti bile yer!
Şehirli, köylüyü gördükçe selam vermekte, “ Yahu, ben filan kişiyim, adım da şu” demekteydi. Köylü” Olabilir, fakat sen kimsin, nesin ben ne bileyim? Belki kötü bir adamsın, belki temiz bir adam. Ben, gece gündüz, Tanrının işlerine hayran kalmış, dalmış gitmişim. Seninle hiçbir surette mukayyet olmam ben.
Kendi varlığımdan bile haberim yok. Varlığımdan bir kıl ucu kadar bile eser kalmadı. Aklım, Tanrıdan başka hiçbir şeyden agah değil. Gönlümde de Tanrıdan başka bir şey yok, canımda da” diyordu. Şehirli dedi ki: “ bu an, tam kıyamete benzedi: Kardeş, kardeşinden kaçmada!”
Şehirli, köylüye “ Soframdan fazlasıyla yemek yemedin mi sen? Ben o adam değil miyim? Filan gün sana feşman şey almadım mıydı, seninle buluşup görüşmez miydik? Aylarca bana konuk olmaz mıydı?, sayısız ihsanlarıma, inamlarına nail olmadın mı? Halk, aramızda ki sevgiyi duymuş, işitmiştir.
Boğaz, nimet yerse yüz utanır”diye anlatıp duruyor. Köylü de “saçma sapan ne söylenip duruyorsun ki? Ne seni tanıyorum, ne adını, ne yerini!” diyordu. Beşinci gece gökyüzünü bulutlar kapladı. Bir yağmur başladı ki gök bile bu yağışa şaşa kaldı. Artık bıçak kemiğe dayanınca şehirli “ Ev sahibini çağırın” diye kapısının halkasını dövmeye başladı.
Köylü yüzlerce ısrardan sonra nihayet kapıya gelip “ Babasının canı ne istersin, ne var” deyince şehirli, dedi ki: “ Bunca haktan vazgeçtim,bütün zanlarımı, düşüncelerimi terk ettim. Zavallı cancağızım, beş günde bu sıcakta yanıp şu soğukta donarak beş yıllık zahmet çekti.” Bildikten, dostani soydan gelen bir cefa, ağyarın üç yüz bin cefasına eşittir.
Çünkü insan, eşin dostun cevrü cefada bulunacağını ummaz, tabiatı daima onun lütfuna, vefasına alışmıştır. İnsanların uğradıkları bela ve mihnet, dikkat edersen anlarsın ki alışmadıkları şeylerden meydana gelir. Şehirli: “ Ey sevgi güneşi zevale erişen arkadaş, kanımı bile döksen helal ederim. Yalnız şu yağışlı gecede bize bir bucak ver de kıyametten sen de bunun ecrine nail ol” dedi.
Köylü, “Orada bağcının sığındığı bir bucak var. Bağcı, o bucakta kurtları bekler. Kurt gelirse öldürmek için eline yayını, okunu alır, bekler durur. Sen de o zahmeti çekebilirsen ne ala, orası senin olsun. Fakat bu işi başaramazsan kendine başka bir yer ara” deyince,
Şehirli dedi ki: “Sana yüzlerce hizmette bulunayım, sen tek yer ver. O yayı, oku da ver elime. Ben uyumam, üzümleri beklerim. Kurt gelirse tam kellesinden vururum. İki yüzlü münafık. Allah için olsun sen beni gece vakti yağmur altında, çamur üstünde bırakma da!” o bucak boşaltılınca şehirli, çoluk, çocuğuyla beraber o daracık, o dönüp kımıldamağa bile imkansız yere gitti.
Selden, mağara bucağına sığınmış çekirgeler gibi adeta birbirlerinin üstüne binmişlerdi. Bütün gece “ Aman yarabbi, sen acı. Biz değil buna, hatta bunun iki yüz misline bile layığız. Aşağılık kişilerle dost olanın, adam olmayanlara adamlık gösterenlerin layığı budur. Ham tamaha düşüp ulular kapısındaki hizmeti bırakan, buna layıktır.
Temiz kişilerin taşını, toprağını öpüp yalamak aşağılık adamlara hizmetten, onların bağına, bahçesine nail olmaktan yeğdir. Gönlü aydın bir ere kul olmak, padişahların başına taç olmadan daha iyi. Ey yol çavuşu, ey aykırı yollarda koşup duran, sen şu toprak yüzündeki padişahlardan davul sesinden başka bir şey bulamazsın ki.
Şehirliler bile ruha nispetle yol uran hırsızlardan ibaretken köylü dediğim kim oluyor? Feyizden mahrum bir ahmak! Aklına, tedbirine uymayıp gulyabani sesi duyunca o sese tabi olana bu layıktır” diyorlardı. Yaptığı işe candan gönülden nadim oldu, oldu ama artık soğuk, soğuk ah etmenin ne faydası var.
Şehirli de bütün gece elinde yayla ok, her yanı gezip dolaşmakta, her tarafta kurt araştırmaktaydı. Halbuki asıl kurt, kıvılcım gibi ona sıçramış, musallat olmuştu da o bundan habersiz hala kurt arıyordu. Sivrisineklerle pireler, kurt gibi o viranede onların başına üşüşmüş, onları yaralayıp duruyordu.
İnatçı kurdun saldırması korkusuyla sivrisinekleri kovmaya da mecalleri yoktu. Kurt gelir de sürüye bir ziyan verirse köylü şehirlinin saçını sakalını yolardı. Dertleri aşırı bir derecede, yürekleri ağızlarına gelmiş bir halde beklerken, ansızın bir tepeden saldırıp gelmekte olan bir kurt karaltısı göründü.
Şehirli, yayını kurup bir ok attı, hayvanı vurdu, tepeden aşağı düşürdü. Hayvan düşerken bir yellendi. Köylü, duyup eyvah dedi, ellerini dizlerine vurdu. “ Be hey mürüvvetsiz, eşeğimin sıpasını vurdun” dedi. Şehirli, “ Yok canım, dev gibi kurt. Karaltısına baksana, kurdun ta kendisi. Şeklinden de kurt olduğu anlaşılıp duruyor” dediyse de, köylü, “Hayır, yellendi ya tanıdım ben. Onun yellenmesini suyu şaraptan nasıl ayırt edersem öyle ayırt eder, anlarım. Çayırlıkta benim sıpamı vurdun, öldürdün. Dilerim, neşe yüzü görmeyesin” dedi. Şehirli, “;y, bak. Vakit gece, insan, geceleyin iyi göremez.
Gece ekseriye adamı yanıltır, başka şeyler gösterir. Herkes geceleyin gördüğünü fark edemez. Hele bu gece hem karanlık, hem bulut var, hem şiddetli yağmur yağmada. Bu üç karanlık, adamı pek yanıltır” dedi ama, köylü “ Hayır. Bu bana gün gibi aşikar. Tanırım ben, bu yellenme, benim eşeğimin sıpasının yellenmesi.
Yolcu azığı nasıl tanırsa ben de yüz yel arasında bile o yeli tanırım” deyince, şehirli dayanamadı, sıçrayıp köylünün yakasına yapıştı. Dedi ki: “ A hilebaz sersem, a bunak mendebur, sen hem afyon yutmuş, hem esrar içmişsin. Bu üç karanlık içinde eşeğin yellenmesini tanıyorsun da beni nasıl tanımıyorsun be hey avare!
Gece yarısı eşek sıpasını tanıyan adam, güpegündüz dostunu nasıl tanımaz? Kendini dalgın ve arif gösteriyor da mürüvvetin, vefanın gözüne toprak serpiyorsun. Benim kendimden ile haberim yok, gönlüme Tanrıdan başka hiçbir şey sığmıyor ki. Dün yediğim bile aklımda değil.
Bu gönül, hayretten başka bir şeyden neşelenmiyor diye kendini müstağrak gösteriyorsun ama asıl akıllı, fakat Tanrı mecnunu benim, bunu hatırında tut da şu kendimde olmayışımı mazur gör. Bir insan, şer’an murdar olan hurma şarabı içse kendinde değilse şeriat, onu mazur tutar.
Sarhoş ve esrarkeşin karı boşaması ve bir şey satması, makbul ve muteber değildir. O, çocuğa benzer, yaptığı affedilir, hürdür, serbesttir. Asıl tek padişah olan Tanrıdan gelen sarhoşluksa insana yüz küpün şarabından ziyade tesir eder, yüz küpün şarabından ziyade adamın aklını alır.
Haydi yürü artık böyle adama nasıl teklif olabilir ki? At düştü, elsiz, ayaksız bir hale geldi. alemde eşek sıpasına kim yük yükler? Ebumerre’ye kim Farsça okutabilir? At topallamaya başladı mı, üstündeki yükü alırlar. Çünkü Tanrı “ Köre teklif” yok dedi. Ben de kendime karşı kör, fakat Tanrıyı görür oldum. Şu halde azdan da affedilmişim, çoktan da!
Halbuki, sen, dervişlikten dem vuruyorsun, kendinden olmadığını söylüyorsun, ebedi sarhoşlar gibi hayhuylarda bulunuyor, naralar atıyorsun. Yeri gökten fark etmiyorum diyorsun ama Tanrı gayreti seni bir sınadı ki! Eşek sıpasının yellenmesi seni böyle rüsvay etti, senin, ben yoktum diye kendini nefyedişini ret ederek, varlığını ispat etti.
Tanrı, sersem adamı böyle rüsvay eder, kaçan avı böyle yakalar işte!” hey babam hey ben, padişah kapısına çavuş oldum diyene yüz binlerce sınama var. Halk, onu bu sınamayla tanımasa bile ileri gelenler, onun davasına delil ister, yolundan nişan sorarlar. Aşağılık bir adam, terzilik davasına kalkışsa padişah, onun önüne bir atlas kumaş atar.
Bundan bir geniş kaftan yap der. Bu sınamayla yersiz davaya kalkışanın başında iki boynuzdur peyda olur, öküzlüğü anlaşılıverir. Eğer kötüleri sınama olmasaydı her puşt, savaşta Rüstem kesilirdi! Farz et ki puşt zırh giymiş, kaç para eder? Savaşa girişip sıkışınca esir olacak değil mi?
Tanrı sarhoşu, kasırgadan ayrılır mı hiç? O , sur üfürülünceye kadar kendine gelmez. Tanrı şarabı doğrudur, doğru yalanı yok. Sense şarap değil ayran içmişsin. Ayran içmişsin , ayran içmişsin, ayran içmişsin.! Kendini Cüneyd ve Bayezid gösteriyorsun. Yürü be, ben, baltayı kilitten fark edemem ki diyorsun ama.
A düzenbaz, kötülüğü tembelliği, kızgınlığı ve ihtirası bu sersemlikle nasıl gizleyebileceksin? Kendini Mansur-ı Hallac göstermede, dostların pamuğuna ateş urmadasın. Ben Ömer’i Ebuleheb’den ayırt edemem de gece yarısı eşek sıpasının yellenmesini tanırım diyorsun ha!
Senin gibi eşeğin bu sözüne inanan da kendisini, hatırım için kör ve sağır eden bir eşektir. Kendini öyle pek yol erlerinden sanma. Sen yol kesicilerin adamısın, herze yiyip durma! Sersemlikten uç, akla doğru koş. Mecazi akıl, göklere uçabilir mi hiç? Kendini Tanrı aşıkı gösteriyorsun ama kapkara Şeytanla aşkbazlık ediyorsun.
Kıyamet günü aşıkla maşuku birbirine bağlarlar da herkesin önüne çıkarı verirler. Sen kendini nasıl oluyor da ahmak, dalgın gösteriyorsun? Üzümün kanı nerede? Sen bizim kanımızı içmişsin! Yürü, benden uzaklaş hemen. Ben seni tanımıyorum. Kendini bilmeyen bir arifim ben, köyün Behlül’üyüm ben diyorsun ha!
Tanrı yakınlığına eriştin de sanat, sanatkardan ayrı olmaz sanıyorsun ha! Şunu olsun görmez misin? Tanrı velilerinin eriştikleri yakınlıkta yüzlerce keramet, yüzlerce iş güç var. Mesela demir, Davud’un elinde mum oluyor. Halbuki senin elinde mum, demir kesiliyor!
Yaratma ve rızık verme yakınlığında herkes müsavidir, bu sıfatlar herkeste var. Fakat bu ulular, Tanrı aşkının vahyi yakınlığına sahip olurlar. Babacığım, yakınlık de çeşit, çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da! Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün bundan haberi bile yok!
Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç ikisinden de gizlenir mi ki? Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin. Fakat bir de bak, kuru dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka ne bulabilir?
Akıllı, aklın başına gelince pişman olacak bir sarhoşluğa düşme. O sarhoşlardan ol ki onlar şarap içmeye koyuldular mı olgun akıllar bile onlara hasret çeker. Ey kedi gibi kocalmış fareyi tutan, o şaraptan içmiş onunla gıdalanmışsan aslan tut aslan! Ey hayale kapılıp aslı olmayan kadehten hayal şarabı içen, hakikat sarhoşları gibi sarhoşluk etme, o tarafa sarkıntılıkta bulunma.
Sarhoş gibi şu yana bu yana düşüp durmadasın ama sana bu tarafa yol yok, o tarafa yürü. O yana yol bulursan ondan sonra bazan bu tarafa salın, bazan o tarafta. Tamamıyla bu tarafa mensupken o tarafta dem varma. Madem ölümün gelmemiş yalan yere can çekişme. Fakat ebedi hayata erişen ve ecelden korkmayan Hızır canlı kişi mahluku tanımasa da caiz.
Damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, varlık tulumuna üfürür, kendini havayla şişirip gururlanırsın ama, bir iğneyle o yel kaçıp gider. Dilerim akıllı adam, bu çeşit semirmesin! Kışın kardan testiler yapıyorsun, iyi ama hiç onlar suya dayanır mı?