Mısır azizi gayb gözüne kapı açıldığında rüyada, yedi semiz ve besili öküzü yedi tane arık öküzün yediğini gördü. O arık öküzler hakikatte aslanlardı. Böyle olmasa o öküzleri yiyemezlerdi.
Şu halde iş eri de surette insan görünür ama hakikatte onda insanı yiyen bir aslan gizlidir. Adamı güzelce yer, onu tek mücerret bir hale getirir. Derdi varsa tortusunu süzer, saf bir hale sokar. O bir dert yüzünden bütün tortulardan kurtulur, ayağını süha yıldızının başına kor.
Niceye yolsuzluklarla dopdolu olan kuzgun gibi söylenip duracaksın? Ey Halil horozu neden kestin diyeceksin?
Halil der ki: Buyruğa uydum. İyi ama o buyruktaki hikmet neydi? Söyle de Tanrı’yı her bir kılımla tespih edeyim.
Horoz şehvete mensuptur, şehvetine pek tapar. O zehirli ve kötü şaraptan sarhoştur. Şehvet soy üretmek için olmasaydı Adem utancından kendisini hadım ederdi. Melun İblis, Tanrı’ya avlanabilmek için bana kuvvetli bir tuzak lazım dedi. Tanrı, ona altın, gümüş ve at gösterdi, halkı bunlarla aldatabilirsin dedi.
İblis, zahiren bunu beğendi. Beğendi ama suratını ekşitti, sıkılmış turunç gibi dudaklarını sarkıttı. Tanrı, o geberesiceye güzel madenlerden altın ve mücevheratı armağan etti. A melun dedi, şu tuzağı da al. Şeytan dedi ki: Ey güzel yardımcı daha artır.
Yağlı, ballı şeylerle ağır ve değerli şaraplar ve bir çok ipek elbiseler verdi. Şeytan dedi ki: Yarabbi, imdat et, bundan fazla isterim. Ver de onları iplerimle adamakıllı bağlıyayım.
Bu suretle erkek ve yürekli sarhoşların, erkekçesine o bağları koparsınlar. Bu hava ve heves tuzaklarıyla ipler, senin erini adam olmayanlardan ayırt etsin.
Ey ululuk tahtının sultanı, başka bir tuzak istiyorum, öyle bir tuzak ki insanı baş aşağı atacak kadar şiddetli ve aldatıcı olsun. Tanrı, şarap ve çalgıyı getirip önüne koydu. Şeytan bunları görünce hafifçe güldü neşelendi.
Ezeli azgınlığa haber gönderip fitne denizinin dibinden toz kopar dedi. Musa’da senin kullarından bir kul değil miydi? Deniz dibinde tozdan perdeler salmadı mı? Su her taraftan çekildi ve deniz dibinden bir toz koptu. Tanrı erkeklerin aklını, sabrını alan kadın güzelliğini ona gösterince. Parmacıklarını şıkırdatarak oynamaya başladı. Ver, ver şimdicik muradıma kavuştum dedi.
Aklı fikri kararsız hale getiren o mahmur gözleri görünce, şu gönlü çöre otu gibi yakıp kavuran dilberlerin yüzlerini seyredince neşelendi. Şeytan, incecik perdeden Tanrı tecelli etmiş gibi o işveyi görünce derhal yerinden sıçrayıp oynamaya koyuldu.
Adem güzellik timsaliydi, melek ona secde etmişti. Fakat Adem, bu güzellikten düşünce, dedi ki: Eyvah, varlıktan sonra yokluğa düştüm. Tanrı dedi ki: Cürmün şu: Fazla yaşadın.
Cebrail, onu perçeminden tutup güzeller bölüğünden ve şu cennetten çık dedi.
Adem yücelikten sonra bu aşağılık nedir? dedi. Cebrail dedi ki: O lütuftu bu da kahır.
Adem, ey Cebrail dedi, canla, gönülle secde etmiştin. Şimdi nasıl beni cennetlerden sürüyorsun? Güz mevsiminde ağaçların yaprakları nasıl dökülürse benden de bir sınama yüzünden şu güzelim elbiseler uçmakta.
Parıltısı aya benzeyen yüz, ihtiyarlıkta kertenkele sırtına döner. Parıl,parıl parlayan o saç, o baş, ihtiyarlık çağında berbat bir hale gelir, tepedeki saçlar dökülür, insan kele benzer. O naz ve edalarla salınan ve mızrak gibi dümdüz olan boy, kocalıkta bükülür, yay gibi iki kat olur.
Lale rengindeki yüz safrana benzer. Aslan gibi kuvvetliyken gücü, kuvveti kesilir, gibi takatsiz bir hale gelir.
Güreşte hileyle bir pehlivanı koltuğuna alıp yere yıkarken şimdi yol yürümek üzere onu koltuklarlar, onun koltuğuna girerler. Bu ancak gam alametidir, pörsüme nişanesidir. Bunların her biri, ölüm elçisidir.
Fakat bir adamın hekimi Tanrı nuru olursa ona kocalıktan, hararetten bir noksan gelmez. Onun gevşekliği, sarhoşun gevşekliği gibidir. O gevşeklikte bile güçlü kuvvetlidir, Rüstem bile ona haset eder. Ölürse kemikleri zevke gark olur, zerre,zerre bütün varlığı, şevk ışığına dalar. Fakat nuru olmayan kişi, meyvesiz bağdır. Güz onu alt üst eder.
Gülü kalmaz, kara,kara dikenleri kalır. Saman yığını gibi sararır, mahsulsüz bir hale gelir. Tanrım o bağ ne kusurda bulundu ki o güzelim elbiselerden ayrıldı? Kendisini gördü. Kendisini görmek, öldürücü bir zehirdir ey sınanan kişi kendine gel! Aşkından alemin ağlayıp inlediği güzeli, ne suçu var ki herkes kendinden uzaklaştırır.
Suçu şu: Süsü, püsü iğretidir. Öyle olduğu halde bu elbiseler benimdir diye davaya kalkışır. Onu alalım da yakinen bilsin, harman bizimdir, güzellerse tanesini toplarlar. Bilsin ki o süs, püs iğretidir. O varlık güneşinin bir ışığıdır. O güzellik, kudret, fazilet ve hüner, güzellik güneşindendir, bu tarafa gelmiş vurmuştur.
O güneşin ışığı, yıldızlar gibi yine şu vurduğu duvarlardan çekilir gider. Güneşin ışığı gitti mi her duvar, kapkara, karanlık bir halde kala kalır. Güzellerin yüzünde insanı hayran eden nur, üç renkli camdan vuran güneşin ışığıdır. Renk,renk camlar o nuru bize çeşit renkli göstermededir. Renk,renk camlar kalmadı mı, o vakitler seni renksiz nur hayran eder. Nuru, camsız görmeyi adet edin de cam kırılınca kör kalmayasın.
Öğrenilmiş, bellenmiş bilgiye kani olmuş, gözünü başkasının nuru ile aydınlatmışsın. O da, o ışığı iğreti aldığını bilesin diye senden mumunu kapıverir. Fakat sen şükreder, çalışıp çabalarsan gam yeme. Sana bunun gibi yüzlercesini verir. Şükretmiyorsan artık kan ağla. Çünkü o güzellik kafirden ayrılmıştır.
Küfre ümmet olanların işleri borçtur. İmana ümmet olanların kalpleri temizdir, özleri halistir. Şükür etmeyenden güzellikte kaybolur, hüner ve sanat da. Artık bir daha ondan bir eser bile göremez. Akrabalık akraba olmayış, şükür ve sevgi, öyle bir gider ki bir daha aklına bile gelmez.
Ey kafirler, “Yaptıkları işledikleri boştur” ayeti, her murada erişmiş kişinin elinden o muradın, o maksadın çıkıp gitmesidir. Yalnız şükür ehliyle vefa sahiplerinin elde ettikleri kaybolmaz. Çünkü devlet, onların arkalarındadır.
Elden giden devlet, nereden kuvvet verecek? İnsana kuvvet ve kudret, gelecek devletten gelir. “Borç verin” emrine uy da bu devletten borç ver. Bu suretle önünde yüzlerce devlet görürsün. Bu içilen şeyden, biraz iç de önünde kevser havuzunu bulasın.
Vefa toprağına bir yudumcuk döken kişiden devlet avı, nasıl olur da kaçabilir? Tanrı, onları gönüllerini hoş eder. “Özleri doğrulmuştur halistir” Tanrı, onlara ihsan ettikleri şeyleri, o şeyler mahvolup bittikten sonra yine ihsan eder.
Ey ecel, ey köyü yağmalayan , bu şükreden kullardan ne aldıysan geri ver der. Ecel verir, verir ama onu kabul etmezler. Çünkü can nimetleriyle nimetlenmişlerdir. Biz sofiyiz, hırkalarımızı attık. Mademki oynayıp yutulduk, artık geri almayız.
Biz, verdiğimiz şeylere karşılık ihsanlar elde ettik; bizden ihtiyaç, hırs ve garez gitti. Tuzlu ve helak edici sudan çıktık, arı duru suya, kevser kaynağına atıldık. Ey alem başkalarına ettiğin şeyler, vefasızlıktır, hiledir, aşırı nazdır. Biz, verdiğimiz şeylere karşılık ihsanlar elde ettik bütün onları, senin başına döktük. Çünkü biz savaşa girmiş, savaşa girmiş savaşta şehit olmuş erleriz derler.
Sen de bu suretle bil ki pak Tanrı’nın yürekli ve yiğit öyle kulları vardır ki, dünya yalanının bıyığını koparırlar, otağlarını yardım burcunun ta üstüne kurarlar. Bu şehitler yine yeni baştan gazi olurlar. Bu tutsaklar yine yardım elde ederler. Sonra yine yeni baştan yokluktan baş gösterirler de anadan doğma kör değilsen gör derler.
Sen de bu suretle bil ki yoklukta güneşler vardır. Burada güneş sayılan, orada süha yıldızıdır. Kardeş yoklukta varlık nasıl olur? Zıt, zıddın içine nasıl girer sığışır? “Ölüden diri çıkarır” hükmünü bil. Yokluk ibadet edenlerin ümididir. Ambarı boş olan ekinci, yokluk ümidi ile neşelenmez mi? O yokluktan tohum bitecek, mahsul verecek diye sevinmez mi? Bu işi anladıysan düşün bak. Sen de an be an yokluktan anlayış, zevk, huzur ve ihsan bulmayı beklemektesin.
Bu sırrı açığa vurmaya izin yok. Yoksa (değersiz bir şehir olan) Ebhaz’ı bir Bağdat haline getirirdim. Şu halde yokluk Tanrı sanatının hazinesidir. Ondan anbean ihsanlar gelip durmaktadır.
Tanrı eşsiz, örneksiz şeyler yaratıp durmaktadır. Eşsiz örneksiz şeyler yaratan da o zattır ki bir aslı, bir dayanağı olmadığı halde fer-i yaratır, izhar eder.
Tanrı yoku var ve debdebeli gösterdi, varı da yokluk şeklinde izhar etti. Denizi örttü de köpüğü meydana çıkardı, rüzgarı örttü de sana tozu gösterdi. Toprak, bir minare gibi havada döne,döne yücelir. Toprak, kendiliğinden nasıl olur da yücelere çıkar? A illetli, toprağı yücelerde görüyorsun, fakat rüzgarı görmüyorsun, onu delil ile anlıyorsun.
Köpüğü her tarafa gider görmektesin. Fakat denizsiz köpük var olamaz ki. Köpüğü duygunla görür, denizi de delil ile anlarsın. Düşünce gizlidir de dedikodu meydanda. Bizse yok demeyi var olduğunu ispat sanmışız. Yoku gören bir gözümüz varmış meğer. Uykulu göz, hayalden ve yoktan başka ne görebilir ki?
Hasılı, azgınlıkla başımız dönmüş, şaşırıp kalmışız. Hakikat gizli olduğundan hayal meydana çıkmış. Bu yoku nasıl da gözümüzün önüne dikti? O hakikat, gözden nasıl oldu da gizlendi? Aferin ey büyüler yapan üstat! Senden çekinenlere tortulu suyu saf gösterdin!
Büyücüler pazardakilerin gözleri önünde ay ışığını ölçüp biçerler de para alırlar, kar ederler. Bu ölçüp biçmeyle para kazanırlar. Halbuki alıcının elinden para da çıkar, kumaşı da kaybeder. Bu alemde büyücüdür. Biz, onda ticaret ediyoruz, ondan ölçülüp biçilen ay ışığını alıyoruz. O, büyücü gibi acele,acele beş yüz arşın ay ışığı ölçer.
Fakat ey tutsak, ömrünün parasını aldın mıydı paradan da olursun, eline kumaş da geçmez, kesen de bomboş kalır. Sana “kul eüzü” yü okumak, ey tek Tanrı, lütfet, beni bu üfürüklerden koru, feryat bu düğümlerden! O büyücü karılar düğümlere üfürürler. Onların şerrinden sana sığınırım ey imdada yetişen Tanrı, medet demek gerekir.
Fakat azizim, bunu işinin, gücünün diliyle de okumalısın. Söz dili gevşektir. Zamanede sana üç yoldaş vardır. Biri vefakardır ikisi gaddar. Biri dostlarındır, öbürü malın mülkün. Üçüncüsüyse iyi işlerdir ve bu vefalıdır.
Mal seninle beraber gelmez, evden dışarı bile çıkmaz. Dost gelir, gelir ama mezar başına kadar. Ölüm günüde dost, sana hal diliyle der ki: Sana buraya kadar yoldaşım, bundan öteye gidemem. Mezarının başında bir zamancağız dururum. Fakat yaptığın işler vefakardır; onlara sarıl ki onlar; mezarın içine kadar seninle gelirler.
Peygamber dedi ki: Bu yol için amelden daha vefalı bir arkadaş, bir yoldaş yoktur. Amelin, iyiyse sana ebediyen dost olur. Kötüyse mezarında yılan kesilir. Babam, doğruluk yolundaki bu amel, bu kazanç, nasıl olur da üstatsız elde edilebilir? Alemde en aşağılık sanat bile hiç üstatsız elde edilebilir mi?
Her sanatın önü bilgidir, ondan sonra amel gelir. Bu suretle de amel, bir müddet mühletten, yahut ecelden sonra gayda verir. Ey akıl sahibi, sanata çalış, fakat o sanatı, ehil olan kerem sahibi ve temiz bir kişiden öğren. Kardeş, inciyi sedefin içinde ara, sanatı da sanat ehlinden iste.
Öğütçüleri gördünüz mü insaf edin de onlardan öğrenmeye çalışın, çekinmeyin. Bir adam tabak olsa da tabaklık sanatını yaparken kirli bir hırka giyse bu hırka, onun zenginliğini ululuğunu azaltmaz ki. Demirci, demir döverken yırtık pırtık bir elbiseye bürünse halk yanında itibarı eksilmez ki.
Şu halde kibir elbisesini bedeninden çıkar. Bir şey belleyip öğrenme hususunda aşağılık bir elbiseye bürün. bilgi sahibi olmanın yolu sözledir. Sanat bellemenin yolu işle. Yokluk istiyorsan o, konuşup görüşmeyle kaimdir. Bu hususta ne dilin işe yarar ne elin. Can yokluk bilgisini bir candan beller. Bu bilgi ne defterden bellenir, ne dilden!
O rumuz, yolcunun gönlünde varsa, ben de remizler bilirim derse yolcu, henüz remizleri bilmiyor demektir. Yolcunun gönlü açılır,nurlanırsa o vakit Tanrı, “senin göğsünü açmadık mı? Seni ferahlandırmadık mı?” buyurur.
Senin içini açtık göğsünü ferahlattık. Sense hala onu dışarıdan istemektesin. Süt sağılan yer, sensin de sen, başkalarının süt sağmasını bekliyorsun. Sende kıyısı bucağı olmayan bir süt kaynağı var. Sen neden tulumda süt arasın? A su çeken, denize bir deliğin, bir yolun var senin. utan kuyudan su çekmeye!
“Elem neşrah” ayetinde bildirildiği gibi senin göğsün şerh edilmedi mi ki? Öyleyse neden sıkılır, neden yine şerh istersin ki?
İçinde gönlünün ferahlanmasına, şerh edilmesine bak ki “Onlar, kendilerinde olan Tanrı delillerini görmezler” ayetindeki kınamaya uğramayasın.
Başının üstünde bir sepet dolusu ekmek var da sen hala şuraya buraya koşup duruyor, ekmek istiyorsun. Şaşkın mısın ne? Kendi başına dolan. Neden her kapıyı dövüp durursun? Yürü, gönül kapısını döv!
Dizine kadar dereye girmişsimde kendinden gafilsin, şundan bundan su isteyip durursun. Önünde de sana yardım edecek su var, ardında da. Fakat kaynaklara ulaşman için önünde de set var, ardında da.
Ata binmişsin, at oyluğunun altında, fakat süvari at arıyor. Bu nedir? dense at, fakat nerede? Diyor. Hey gidi hey! Bu altındaki at nedir? dedin mi evet diyor, at ama o atı kim gördü acaba? Suyun sarhoşu su da gözünün önünde. Kendisi su içinde, fakat akar sudan haberi bile yok. İnci gibi hani. İnci de deniz içinde deniz nerede? Der. Sedef gibi olan hayal onun duvarı. Nerede demesi kendisine hicap olmakta, güneşin ziyasını kaplayan bir bulut kesilmede. Kendi kötü gözü, gözüne perde olmada. Ben seddimi kaldırdım demesi, kendisine set kesilmede. Aklı kulağına bağ olmada. Ey Tanrı şaşkını, aklını Tanrı’ya ver.
Aklını bir çok yerlere dağıttın. Halbuki o saçma sapan uğraşman, o beyhude mırıldanman, bir tereye bile değmez. Aklının suyunu her diken, çekip durdukça akıl suyun, meyvelere nasıl ulaşabilir? Kendine gel de o kötü dalı kes, buda. Bu güzel dala su ver de tazelendir.
Şimdi ikisi de yeşil ama sonuna bak. Bu sonunda bir şeye yaramaz, öbürüyse meyve verir. Bağın suyu buna helaldir, ona haram. Aralarındaki farkı sonunda görürsün vesselam.
Adalet nedir? ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? dikeni sulamak. Adalet bir nimeti yerine koymaktır, her su çeken tohumu sulamak değil.
Zulüm nedir? bir şeyi yerinde kullanmamak, yeri olmayan yere koymak. Bu da ancak belaya kaynak olur. Tanrı nimetini cana, akla ver, iç ağrısına uğramış, düğümlerle, sıkıntılarla dopdolu olmuş tabiata değil.
Dünya gamının savaşını bedenine yükle. O can çekişmeyi gönlüne, canına az tattır. Yük dengini İsa’nın başına koymuş da; tekme atan, yuvarlanıp kalgıyan eşeği çayıra salıveriyor. Sürmeyi kulağa çekmezler. Gönül işini bedenden istemek şart değildir. Gönülsen yürü, nazlan, horluk çekme. Bedensen şeker yeme, zehir tat!
Zehir bedene faydalıdır, şeker zararlı. Bedenin yardım görmemesi daha iyidir. Cehennem odunu bedendir, onu azalt, bir odun daha biterse hemen kes! Yoksa iki alemde de Ebuleheb’in karısı gibi odun hamalı olursun, odun hamalı.
Sidre dalını odundan farket, ikisi de yeşil görünür yiğidim ama bir değildir. O dalın aslı yedinci kat göktü. Bu dalın aslı ise ateştir, dumandır.
Duyguya göre ikisi de birbirine benzer. Çünkü göz ve duygunun mezhebi, yanlış görmedir. Bu, can gözüne görünür, gönle varmak için yorul çabala. Ayağın yoksa yuvarlan da nihayet her azı, her çoğu gör.
Zeliha, her taraftan kapıları kapadı ama Yusuf’ta hiçbir hareket görünmedi. Kilit ve kapı tekrar açıldı, yol göründü. Çünkü Yusuf, Tanrısına dayanmıştı, her yana dönüp dolaşmaktaydı.
Alemde bir yarık görünmemede ama Yusuf gibi hayran bir halde her yana koşup gelmek gerek. Ki kilit açılsın, kapı görünsün, mekansızlık size yer olsun. Ey sınanan kişi, aleme geldin ama geldiğin yolu hiç görmüyor musun? Sen bir yerden, bir yurttan geldin. Geldiğin yolu bilmiyor musun, hayır, değil mi?
Mademki bilmiyorsun, yol yok deme. Bu yolsuz yoldan bize gitmek görünür. Rüyada neşeli bir halde sağa, sola gitmektesin. O meydanın yolu nerede biliyor musun? Sen gözünü kapa, kendini teslim et de kendini o eski şehirde göresin.
Fakat gözünü nasıl kapatabilirsin ki yüzlerce mahmur göz, senin gözünü kapatmadan seni senden almada. Sen bir müşterinin aşkı ile gözünü dört açmışsın, ulu olma, baş olma ümidine kapılmışsın. Uyusan bile rüyada o müşteriyi görmedesin. Kötü baykuş, rüyada yıkık yerden başka bir şey görebilir mi?
Kıvrıla büküle her an müşteriyi aramadasın. Fakat neyin var ki satacaksın? Hiçbir şeyin yok, hiçbir şeyin. Gönlünde bir ekmek, bir kuşluk kahvaltısı olsaydı alıcılara aldırmazdın bile.
Birisi ben peygamberim bütün peygamberlerden üstünüm diyordu. Boynunu bağlayıp padişaha götürdüler, dediler ki: Bu, ben Tanrı elçisiyim demekte. Halk, bu ne hiledir, bu ne saçma ve kötü şey diye karınca ve çekirge gibi başına üşüşmüş. Eğer bu, yokluk aleminden elçi olarak gelmişse diyorlar, biz hep peygamberiz hep yüceyiz. Biz de oradan garip olarak geldik, neden bu peygamberlik, sana mahsus olsun?
Siz de uyuyan bir çocuk gibi yoldan, duraktan habersiz bir halde gelmediniz mi? Duraklarda uykuda ve sarhoş olarak geçtiniz. Yoldan, yukarıdan, aşağıdan bir haberiniz bile yoktu. Bizse hoş bir halde beş duygu ve altı cihet aleminin ötesinden ta beş duygu ve altı cihet alemine kadar uyanık olarak yürüdük.
Kılavuzlarımız haberdardı yol biliyorlardı. Onun için durakların aslını temelini gördük. Peygamberlik davasına kalkışsan hakkında padişaha, ona işkence ettir de bir daha bu çeşit söz söylemesin dediler. Padişah, onu pek bitkin pek zayıf gördü. Bir sille vurulsa ölüverecekti. Artık onu dövmenin ona işkence etmenin imkanı mı vardı? Bedeni adeta cama dönmüştü. Padişah, ona güzellikle neden bu serkeşlik davasına giriştin? Diye sorayım, burada sertlik iş görmez tatlı dil, yılanı bile ininden çıkarır dedi.
Halkı onun başından dağıttı. Padişah iyi bir adamdı zikri, virdi de iyilikti. Onu bir yere oturttu, yerini yurdunu sordu. Neyle geçinirsin nereye sığınırsın dedi.
Adam dedi ki: Darüsselam’danım, oradan yola çıktım, bu melamet yurduna düştüm. Ne bir evim var, ne benimle düşüp kalkan. Hiç ayın yerde evi olur mu? Padişah latife ederek dedi ki: Ne yedin kuşluk övünü olarak neyin var? İştahın var mı? Sabahleyin ne yedin ki böyle sarhoş bir hale gelmiş, atıp tutuyor, esip savuruyorsun?
Adam, kuru, yaş, ekmeğin olsaydı peygamberlik davasına kalkışır mıydım hiç? Bu kalabalığa peygamberlik etmek, dağda kalp aramaya benzer. Hiç kimse dağdan, taştan akıl ve gönül aramaz, anlayış ve müşkül şeyleri belleyiş ferasetini istemez. Sen ne dersen dağ da sana hemen onu söyler, alaycılar gibi seninle alay eder.
Bu kavim nerede, bu kavime haber vermek nerede? Cansız bir şeyden kim can ister? Sen, bir kadından, yahut paradan haber, verirsen hepsi malını, senin önüne kor. Filan yerde seni bir güzel oğlan çağırıyor, sana aşık olmuş dersen bunu anlar. Fakat Tanrı’dan bal gibi haber verir, ey ahdına bütün kul, Tanrı’ya gel dersen, bu ölü alemden vazgeç de azık ve kar alemine git. Madem ki baki olmak imkanı var, fani olma diye öğütte bulunursan, senin kanına kastederler. Fakat bu, din ve hüner taassubundan değildir.
Hatta mala mülke sarılmaları yüzünden bu sözleri duymak, onlara acı gelir. Eşeğin yarasına bir bez bağlasan da o bez, yaraya yapışsa, sonra onu çekip çıkarmak istesen eşek derhal, acıdan çifte atmaya kalkışır. Ne mutlu o adama ki böyle bir işe girişmedi. Hele eşeğin elli tane yarası olsa, her yarasının başında, yaraya yapışmış bir bez bulunsa artık var sen kıyas et!
Mal mülk bez gibidir, bu hırs ise yara. Kimin hırsı fazla ise yarası fazladır. Baykuşun malı mülkü ancak yıkık yerdir. O, Tabes ve Bağdat şehirlerinin vasıflarını dinlemez bile.
Padişah kuşu yoldan geldi mi bu baykuşlara, padişahtan yüzlerce haber getirir. Saltanat merkezini oradaki bağları bahçeleri, dereleri anlatır. Anlatır ama ona yüzlerce düşmen vah vah eder.
Doğan kuşu eski masallar anlatmada, saçma sapan söylenip durmada. Halbuki asıl eskimiş ebedi olarak çürümüş olanlar, onlardır. Yoksa o nefes eskiyi yenileştirir. Eski ölülere can verir, akıl tacını giydirir, iman nuru bağışlar. Ruh bağışlayan güzelden nurunu esirgeme. O seni kır atın üstüne bindirir.
Taçlar veren o başı yüce erden başını çekme. O, gönlünün ayağındaki yüzlerce düğümü çözer. Fakat kime söyleyeyim? Bütün köy içinde nerede bir diri? Abıhayatın bulunduğu tarafa koşan kim? Sen bir horluk görür görmez aşktan kaçmadasın. Bir addan başka aşktan ne biliyorsun ki?
Aşkın yüzlerce nazı, edası, ululuğu var. Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir. Aşk vefakar olduğu için vefakar olanı satın alır. Vefasız adama bakmaz bile. İnsan bir ağaca benzer, ahdi de ağacın köküne. Kökün iyileşmesine”, sağlamlaşmasına çalışmak gerek.
Bozuk düzen ahit, çürümüş köktür. Kökü çürümüş ağaç meyve vermez. Ağacın dalları, yaprakları yeşil bile olsa kök çürümüş, kurumuşsa faydası yok.
Fakat kökü sağlam da yeşil yaprakları yoksa nihayet günün birinde yüzlerce yaprak el sallar. İlminle gururlanma da ahdini bütünlemeye bak. Çünkü bilgi kabuğa benzer, ahitse onun içindir.
Vefakarların faydalandığını gördün mü sen, Şeytan gibi haset edersin. Mizaç ve tabiatı bozuk ve hasta olan kişi, kimsenin iyi olmamasını ister. Şeytan gibi hasetçi değilsen dava kapısını bırak da vefa tapısına gel. Madem ki vefan yok, bari söylenme. Çünkü sözün çoğu, bizlik benlik davasıdır.
Bu söz, gönlü geliştiren bir sözdür. Susmakla insan yüzlerce gelişmeye nail olur. İçteki şey, dile geldi mi iç, harç olur gider. Çok harç etme de o güzelim iç kalsın. Az söyleyen adam da derin bir düşünce vardır. Söyleme kabuğu arttı mı iç yok olur.
Kabuk kalın olursa iç küçülür, zayıflar. İç kemale geldi, güzelleşti, büyüyüp oldu mu kabuk incelir. Hamlıktan kurtulup yetişen olan cevize, bademe ve fıstığa, şu üç meyveye bir bak. Kim isyan ederse Şeytan olur, iyilerin devletine haset eder. Tanrı ahdine vefa edersen Tanrı da kereminden senin ahdini korur. Sense Tanrı’ya vefa etmekten gözünü yummuşsun. “Beni anın da sizi anayım” ayetini duymadın mı ki?
“Ahdıma vefa edin” ahdına kulak ver de sevgiliden “Ahdınıza vefa edeyim” vaidi gelsin. Ey hüzün sahibi, bizim ahdımız ve borç vermemiz nedir? yere kuru tohum ekmek gibi. Ondan ne yere bir parlaklık gelir, ne yer sahibi zenginleşir.
Bu ancak bunun aslını yokluk aleminden veren sensin, bundan bana lazım diye bir işarette bulunmaktan ibarettir. Yedim tohumunu da nişane olarak getirdim. Bu nimetten yine bize ihsan et demektir.
Şu halde ey bahtlı kişi, kuru duayı bırak. Ağaç isteyen tohum eker. Tohumun yoksa Tanrı, yine o dua yüzünden sana bir fidan bağışlar ki görenler, ne hoş çalışmış da ne güzel fidana sahip olmuş derler. Meryem gibi hani. Derdi vardı da tohumu yoktu. Bu dert yüzünden sanat sahibi Tanrı, o kuru hurma ağacını yeşertti.
Çünkü o ulu, o temiz kadın vefakardı. Tanrı bu yüzden o istemeden onun yüzlerce muradını vefa etti. Vefakar olan topluluk, bu vefayı bütün aleme yaymışlardır. Denizler de onların buyruklarına uymuştur, dağlar da. Dört unsur bile onlara kul, köle kesilmiştir.
Bu, inkar edenler, apaçık görsünler de inansınlar diye onlara bir Tanrı ikramıdır. Onlar, öyle gizli ikram ve ihsanlara nail olmuşlardır ki, ne akla, hayale gelir, ne de söze sığar. Zaten iş, ebedi olan, kesilmeyen, tükenmesine imkan bulunmayan ikram ve ihsandır.
Ey gıda, temkin ve sebat ihsan eden Tanrı, halkı bu sebatsızlıktan kurtar. Sabit olmak lazım olan iş de bu iki büklüm olmuş nefse yardım et, onu doğrult. Sen onlara sabır ver, sen onların terazilerinin iyilik kefelerini ağırlaştır, sen onları suret düzenlerinin hilesinden kurtar.
Ey kerem sahibi, sen onları hasetten geri çek de haset yüzünden taşlanmış Şeytan olmasınlar. Halk geçici mal ve beden uğruna hasetten yanıp duruyor. Padişahlara baksana. Haset yüzünden ordu çekip akrabalarını öldürüyorlar. Pislikle dolu düzenbaz aşılar, birbirlerinin kanına, canına kastediyorlar.
Vise’nin, Ramin’in, Husrev’in, Şirin’in hikayelerini oku, o ahmakların haset yüzünden neler yaptıklarını gör. Aşık da yok oldu, maşuk da. Zaten onlar da bir şey değillerdi, aşk ve hevesleri de. O temiz Tanrı’dır ki yoku yoka aşık eder, yoklukları birbirine vurur, işler çıkarır. Gönlü perişan aşığın gönlünde hasetler baş gösterir. Var olan, yoku bu çeşit güçlüklere sokar, böyle mecbur eder.
Herkesten ziyade merhametli, esirgeyici olan şu kadınlar yok mu? Öyle olduğu halde iki ortak hasetten birbirini yer. Taş yürekli erkekleri düşün, artık haset yüzünden onlar da ne hale düşerler, bir kıyas et. Şeriat, latif afsun okumasaydı herkes, düşmanının bedenini yırtar, paramparça ederdi. Şeriat şerri def etmek için bir rey kullanır, Şeytanı delil şişesi içine hapseder. Boşboğaz Şeytanı, tanıkla, yeminle, aht’e yemininden dönmesinden ilzam ederde Şeytan bu suretle şişeye girer.
Şeriat iki zıttı hoşnut eden bir teraziye benzer. Alayla doğruyu bir araya getirir. Şeriat, bil ki kileye teraziye benzer. Onun sebebi ile iki düşman da savaştan kinden kurtulur. Terazi olmasa o düşman, ziyan ettiğini, hileye uğradığını vehim etmeden nasıl kurtulurdu? Şu halde şu vefasız pis dünyada ne varsa hep hasettir, hep düşmandır, hep cefadır. Dünya böyle olunca artık devlet ve ikbale erişme hususunda cinler ve insanlar, nasıl hasede düşerler, düşün!
Zaten o şeytanlar, eski hasetçilerdir. Bir an bile yol kesmeden vazgeçmezler. İsyan tohumunu eken Ademoğulluları da haset yüzünden şeytan olmuşlardır. Kuran’ı oku da bak. İnsan şeytanları da, Tanrı’nın çarpmasıyla Şeytan cinsinden olmuşlardır. Şeytan birisini kandırma da aciz oldu mu bu çeşit insanlardan yardım ister. Siz dostsunuz, bize dostlukta bulunan, bizdensiniz, bizim tarafımızı tutun derler.
Alemde birisinin yolunu kestiler, birini azdırıp yoldan çıkardılar mı iki cinsten olan şeytanlar da sevinirler. Birisi imanla can verdi, dinde mertebesi yüceldi mi iki bölük de feryada, ağlayıp bağırmaya koyulur.
Bir edep sahibi birisine akıl verdi, onu doğru yola getirdi mi iki bölük de dişlerini çiğnemeye hayıflanmaya başlarlar.
Padişah söyle bakalım bari, vahiy nedir, yahut da peygamber olan, ne elde eder? Diye sordu. Adam dedi ki: Ne vardır ki peygamber, onu elde etmesin, yahut ne devlet kalmıştır ki peygamber ona ulaşmış bulunmasın? Tutalım ki bu peygambere gelen vahiy, Tanrı sırlarının hazinesi değil, bal arısının gönlüne gelen vahiyden de aşağı değil ya.
“Tanrı bal arısına vahiy etti” ayetine gelince onun vahiy evi tatlılarla doldu. O yüce ve ulu Tanrı’nın vahiy nuru ile alemi mum ve balla doldurdu. Bense insanım, hakkımda “Biz onu ululadık” dendi. İnsan yücelere gitmede. Artık insana olan vahiy nasıl olur da arıya gelen vahiyden aşağı olur?
Sen “Biz sana kevseri – çokluğu, tükenmez soy sopu verdik” ayetini okumadın mı? Okuduysan neden böyle kupkuru ve susuz kaldın öyleyse? Yoksa Firavun musun ki kevser, sana Nil gibi kan oluyor, pisleniyor a illetli adam.
Tövbe et. Düşmanlardan vazgeç. Onun testisinde kevser suyu yoktur. Kimi, kevserden benzi kızarmış görürsen onun la düş kalk, onun huyuyla huylan. Çünkü o, Muhammed huyuyla huylanmıştır. Böyle yap da “Tanrı için sever” lerden sayıl. Çünkü Ahmet’in ağacında biten elma ondadır.
Kimi, kevser içmemiş dudağı kuru görürsen onu ölüm ve sıtma gibi düşman say. Baban anan bile olsa o, hakikatte senin kanını içen bir düşmandır. Bunu, Tanrı Halil’den öğren. O, önce babasından bizar oldu. Böyle ol da Tanrı tapısında “Tanrı için sevmez düşmanlık eder” ler arasına katıl, aşk gayreti de seni kınamasın.
Sen, “La ilahe illahlah – Tanrı’dan başka yoktur tapacak” sözünü okumadıkça bu yolun izini bulamazsın.
Bu aşık sevgilisinin huzurunda yaptığı işleri bir bir sayıyor, diyordu ki: Senin için şunları yaptım, bunları ettim. Şu savaş meydanında oklara nişan oldum. Mal gitti kuvvet gitti, namus gitti. Aşkından nice muratsızlıklara uğradım. Hiçbir sabah, beni uyur, yahut güler bir halde görmedi. Hiçbir akşam, beni düzgün bir halde bulmadı. Acı ve tortulu neler içmişse etraflıca ve bir bir saymaktaydı.
Sevgilisine minnet olsun diye değil de aşkına yüzlerce tanık olmak üzere bunları sayıp döküyordu. Aklı olanlara bir işaret yeter. Aşıkların sevgiliye karşı duydukları susuzluk, ne vakti gider, biter ki, usanmadan sözünü tekrarlar durur. Hiç balık bir işaretle duru suya kanar mı? Bir söz bile söylemedim diye şikayet ederek o eski derde ait yüzlerce söz söylüyordu.
Onda bir ateş vardı fakat neydi, bilmiyordu. Yalnız mum gibi, onun hararetiyle ağlayıp duruyordu.
Sevgili dedi ki: Doğru bütün bunları yaptın ama kulağını iyi aç ve dinle, aşkın ve sevginin aslının aslı olan bir şey var ki onu yapmadın. Bu yaptıklarının hepsi feridir. Aşık söyle dedi, o asıl nedir? Sevgili dedi ki: Ölmek ve yok olmaktır.
Hepsini yaptın fakat ölmedin hala dirisin. Canınla oynayan aşıksan hemen öl. Aşık o anda uzanıp can verdi. Gül gibi başı ile oynadı, gülerek sevinçli bir halde ölüp gitti. O gülüş onda ebedi olarak kaldı, arif kişinin zahmete uğrayan canı, aklı gibi.
Ayın nuru her iyiye kötüye vursa bile hiç kirlenir mi? O yine tamamı ile tertemiz aya dönüp gelir, akıl ve can nurunun Tanrıya dönüp ulaşması gibi. Işığı yoldaki pisliklere vursa bile ayın nuru daima temizdir.
O yoldaki pisliklerden, o bulaşıklardan nur, pislenmez. Güneşin nuru “Geri dön” emrini duymuş, acele aslına dönmüştür. Ne külhanlarda pislenmiştir, ne gül bahçelerinin kokusunu almıştır. Göz nuru ve nur görmüş zat, aslına dönmüştür; sevdası ovalarda, çöllerde kalmıştır.