Zülkarneyn, Kaf dağına gitti... o dağın saf zümrütten olduğunu gördü. Bütün alemi halka gibi çepeçevre çevirmişti... Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı.Dedi ki: Sen dağsan öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak adeta!
Kaf dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır... onlar, güzellikte, alımda bana eş olmazlar. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır... alemin çevresi damarlarıma bağlıdır. Tanrı, bir şehirde yer deprentisi yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı oynatırım. O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir. Tanrı yeter deyince damarım yatışır... durur görünürüm ama daima işteyim ben! Merhem gibi dururum ama hayli iş görürüm... akıl gibi hani; o da durur ama söz, ondan doğar, harekete gelir. Fakat bunu aklı kavramaya göre yer deprentisi yerdeki buharlardan olur.
Bir karıncacık,kağıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka karıncaya söyledi. Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline getirdi... acayip şekiller yaptı.O karınca, o sanatı yapan parmaklardır... şu kalem, yaptığı işte parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.
Üçüncü karınca dedi ki: Hayır... onları yapan koldur. Arık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi. Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca, dedi ki: Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan bihaberdir. Suret elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz!
Halbuki o da, akılla canın, Tanrının döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu. Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallılar yapar.
Zülkarneyn, Kafdağı’nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini görünce, dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ, bana Tanrı sanatlarından bahset.
Kaf dağı dedi ki: Yürü... Tanrı sanatları söylenebilmekten söze gelmekten çok üstündür. Yahut kalemin ne haddi var ki sayfalara o sanatların nişanesini yazabilsin!
Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikaye olsun söyle... Tanrının şaşılacak kudretlerinden bahset ey iyi huylu alim dedi.
Kaf dağı dedi ki: “İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova. Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur. Dağ, dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır... daha da her zaman oraya kar yağıp durmada! Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada... karın soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede! An be an o uçsuz bucaksız, o büyük ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada! Padişahım böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni mahvederdi!”
Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akılların perdeleri yanmasın diye onları böyle soğuk yaratmıştır. Karlar yağdıran bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak ateşiyle yanar erirdi. Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir... aşağılık kişileri korkutmak için adeta bir kamçıdır. Fakat bu kadar büyük ve üstün olan kahrı ile beraber yine de bak... lütfunun soğukluğu ondan ileri! Keyfiyetsiz ve manevi bir ileri oluştur bu... geri kalanı da, ileri gideni de ikiliksiz olarak gör. Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... zaten halkın akılları, o madenden bir arpadır ancak!
O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer? Koşup dönüp dolaşacağı en yüce yer havadır... çünkü onun meydana gelişi, şehvetten, heva ve hevestendir. Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da Tanrı rahmetinden önüne bir binek gelsin!
Bu şaşılacak şeyleri anlamada acizsen evet demen tekellüme sapmandır. Evet demez de hayır dersen o sözde boynunu vurur... o hayır sözü yüzünden Tanrının kahrı, senin pencereni kapatır. Şu hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden arttan Tanrı yardımı gelsin. Hayran olur şaşırır kalır, varlığından geçersen hal dili ile “Yarabbi bizi doğru yola götür” dersin!
Bu iş pek büyüktür, pek büyük... fakat titremeye başladın mı o büyük şey, sana yumuşar, dümdüz olur. Çünkü bu büyüklük, münkire göredir... aciz oldun mu lütuftur, ihsandır o.
Mustafa Cebrail’e “Ey dost, suretin nasıl... Apaşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım “ dedi.
Cebrail dedi ki: “Takatın yoktur göremezsin... duygu zayıftır, pek yufkadır!”
Peygamber “Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece zayıf ve kuvvetsiz olduğunu anlasın” dedi.
İnsanın bedenine Ait duygusu noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel bir huy vardır. İnsanın bedeni ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır. Ateş, taşla demirden doğar... doğar da bu iki babaya kahırlar yağdırır! Ateş, bedene ait bir sıfattır... fakat bedeni kahreder, alevler çıkarır! Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık vardır ki ışık, İbrahim gibi ateş burcunu kahreder!
Hasılı o bilgili peygamber “Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz” remzini söyledi. Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir bakımından demir madenlerinden bile üstündür. İşte insan da görünüşte cihanın fer-i dir... fakat sıfat bakımından insanı, cihanın, aslı bil! İnsan zahiren bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü, yedi kat göğü bile kaplamıştır.
Peygamber, Cebrail’in asli suretiyle görünmesine ısrar edince Cebrail, birazcık göründü... fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse paramparça olurdu. Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi... Mustafa, görünce heybetinden kendinden geçti. Cebrail Mustafa’yı korkusundan baygın bir halde görünce kucakladı, bağrına bastı.
O heybet, yabancıların nasibi... bu lütufsa dostların kısmeti! Padişahlar, tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları bulunan heybetli çavuşlar bulunur. Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar vardır... aslanlar bile onları görse heybetlerinden titrerler. Çavuşların seslerinden, çevganlarından canlar ürker, heybetlerinden herkes korkar! Fakat bu yoldaki alelade, yahut ileri gelen halka, padişahlar padişahından haber vermek içindir.
Bu heybet, halk ululanmasın, kimse başına ululuk külahını giymesin diyedir, halka bir gösteriştir. Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp beğenen nefsin, az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir.
Padiaşhın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır. Böyle nefislerdeki kötülük hevesleri ölür... padişahın heybeti, o kötülüklere mani olur. Fakat padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır, kısas mı? Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar... alemde ancak çenkle neyin coşkunluğunu işitirsin. Savaş zamanında heybetli davullar, kösler çalınır... işret zamanında da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi duyulur.
Halka soru, hesap divanı... peri yüzlü güzellere de şarap kadehi! O zırh, o tulga savaşta giyilir... bu ipekli kumaşlarla çalgı padişahın sayvanında giyilip çalınır. Ey cömert er, bu sözün sonu yoktur... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir ya, bitir artık bu sözü.
Hazreti Ahmet’teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta... saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında! Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş. O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne batıdan! Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye bakıp da kendinden geçer mi?
Hazreti Ahmet’in bedeninin o yüce ruhla alakası vardı... bu değişme, bil ki bedene ait bir haldir. Hastalık gibi, uyku ve ağrı gibi... can bu sıfatlardan arıdır.
Anlatamam... yoksa canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti düşer, olmuş altmine de! Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı herhalde. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan!
Aslan kendini öylece uyur gösterir... bütün bu köpekler de sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar! Yoksa alemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en ehemmiyetsiz şeyi bile çalıp çırpsın! Cebrail’e baktı da Hazreti Ahmet’in ancak köpüğü yaralandı... denizi köpük sevgisiyle coştu, köpürdü.
Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın! Hazreti Ahmet eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip gider. Ahmet, sidreden ve Cebrail’in gözetme yerinden, makamından sınırından geçince, Cebrail’e “Hadi ardımca uç” dedi. Cebrail dedi ki: “Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!”
Hazreti Ahmet tekrar “Ey perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi. Cebrail dedi ki: “A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!”
Bu hikayeler hayret içinde hayrettir... Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler. Bütün kendinden geçişler, burada oyundan ibarettir... ne kadar canın var ki senin? Burası can verme makamıdır!
Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük... sen ne pervanesin ne de mum! Mum yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez! Bu ters sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap. İçinden sözler alıp aleme saçtığın tulumun ağzını kapa... saçma sapan sözler dağarcığını açma!
Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye bu sözler ters ve saçma gelir. Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla hoş geçinmeye bak ey garip olarak onların evlerine konmuş olan sevgili.
Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost! Padişaha ulaşıncaya dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar ey Rey’li, Maragal’lıyla hoş geçim!
Ey Musa zamane Firavun’unun tapısında yumuşak söz söylemek gerek! Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın tencereyi de! Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme... yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma!
İkindi oldu, sözü kısa kes ey ikindisi, asrı uyandıran er! Toprak yemeyi adet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme... şeker daha iyidir de! Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin sen!
Şeker kamışına asılakonan şu eşek başı, nice kişileri hor hakir bir hale koydu! Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı... hani mağlup olan koç kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti. Harf suretini mana bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı bil!
Ey Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir. Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de ona başka bir hayat versin! İşte bizden suret düzmek, senden can vermek... hayır, yanlış söyledim... bu da senden, o da!
Ey apaçık alemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül! Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar! Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar.
Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler... sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar. Fakar azıcık tanır, bilir de inkar ederse bu inkar edişi de birliği örten bir perdeden ibarettir. Nice tanıyıp bilenlerde sonra yüz çevirdiler... İşte o ay yüzlü, bu çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya!
Bunların hepsini okudun, bildin... şimdi “Lem yekün” suresini de oku da bu eski kafirin inadını, ısrarını bil! Hazreti Ahmet’in sureti, bu aleme ziya salmadan önce onun vasıfları, her kafirin muskasıydı. Böyle bir zat var, gelecek derlerdi... yüzünün hayaliyle yürekleri çarpardı! Secde ederler, ey insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez meydana çıkar diye yalvarırlardı.
Hazreti Ahmet’in adı ile fetih dilerler... düşmanları, bu yüzden baş aşağı gelirdi. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet’in döne döne hücumu, onlara yardım ederdi. Nerede müzmin bir hastalığa uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa bulurlardı. Sureti gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.
Fakat onu hakiki suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak, onun fer’iydi, yani hayalden ibaretti. Onun sureti duvara aksettiyse duvarın gönlünden kan damlar. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar, derhal iki yüzlülükten kurtulur. Temiz ve pak kişilerin temizliğine nispetle o iki yüzlülük duvara ayıptır doğrusu. Fakat nihayet onu görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi... bütün bu sevgiyi adeta yel aldı, götürdü. Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı... hiç kalp, kalbe yol bulabilir mi ki?
Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur, kendisine uyanları bu suretle şüphelere salar... adam olmayan, onun hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her bayağı kişide baş gösterir!
Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi? O mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil!
Kalpın vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi nuru! Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna. Ayna değildir münafıktır... kudretin yeterse böyle ayna arama sen!